33..



Esasında, ben, otuzüç yaşına girmek istemiyordum.. Ne oldu da bugün o yaşa girdim; anlayamadım..


Beni bıraksaydınız da yirmibeşte, hadi bilemedin yirmialtıda kalaydım ya.. Neden yolunu bile bilmediğim otuzüçe kadar geldim ki..?


Ben ki; yol, iz bilmez, bir garip herifçioğluyum.. Sonra otuzüçte kaybolmayayım.. ! Hem yerini bile bilmediği bir otuzüç'te, insan e-günlük sayfasında <Çocuk> olarak kalabilir mi ki..? Otuzüç yaşında biri, <Çocuk> olabilir mi..?


Bilinmemezlik bu olsa gerek; ben bu otuzüçten korkuyorum.. Ki zaten son 5-6 senedir, doğum günümün gelmesini hiç istemiyorum..






İtiraf Ediyorum : Pintiyim..

     Ben, kendimi, temiz zannederdim ama annem gelince ne kadar pinti olduğumu öğrenmiş oldum..
 
     Dışarıdan gelen biri, yüzeysel baktığından, benim evi temiz zanneder.. Hatta bir de içinden "Maaşallah <Çocuk>'a.. Hem çalışıyor hem de evi pırıl pırıl.. Allah herkese böyle hamarat evlat nasip etsin.. " diye dua ederler.. Lakin durum göründüğü gibi değil; vahim, çok çok vahim bir boyutta..
 
     Annemin gelmesi ile evin belirli köşelerinden öyle pislikler çıktı ki; ben işten gelir-gelmez, annem, "Bana bilet al.. Tekrar memlekete gideceğim.." diye dile geldi.. Canım anacım, bugün o kadar çok çalışmış ve yorulmuş ki, yorgunluğa dayanamadı ve akşam saat dokuz buçukta yatağa gitti.. Yemin etti; tam onyedi tane gömleğimi ütülemiş.. Tabii ev bu kadar pinti olunca ve bir de gömlekler ütülenmeyince, ablalarıma verdim-veriştirdim.. Hatta bir ara o kadar ileriye gittim ki, anneme bile suç buldum..
 
-- Suç senin.. Kızlarını hamarat yetiştirseydin de böyle sıkıntı çekmeseydin..

-- Ermeni oğlu Ermeni.. Sen hangi sözümü dinledin ki ablaların da dinlesin!

-- Eeee ben erkeğim.. Söz dinlemem, söz dinletirim..  :)

-- Gülme..gülme.. Başkalarının oğullarına bak, annelerine yardım ediyorlar hep..

 
     Sustum.. Eğer bir anne, örnek olarak başkalarının oğullarını vermişse, kesinlikle susman gerekir, yoksa bu örnekler saatler sürer.. İşin ilginç yanı verilen örnekler hep kendi çıkarlarına uygun örneklerdir.. Ben, benim gibi tembel birkaç örnek versem; "Sen onlara bakma.. Onlar zaten hayırsız" diye etiketi yapıştırır..
 
     Sevindiğim nokta ise annemin, benim salondan bozma odayı temizlemiş olması ama bilgisayar masası tarafına dokunmaması oldu.. Bilgisayara birşey olur diye korkuyor ve temizliğine bilgisayar masasını dahil edemiyor.. Eğer bilgisayarı silmeye kalksa idi ve klavyeyi görse idi, sanırım beni evlatlıktan reddederdi..
 
     Hayatım bilgisayarın karşısında geçtiğinden, insani ihtiyaçlarımı da bilgisayar karşısında gideriyorum.. (Hemen aklına fena şeyler gelmesin : Tuvalet hariç..   ) Klavyenin arasında ne yok ki ; cips kırıntıları, kola döküntüleri, toz, pizza parçacıkları ve buna benzer ıvır-zıvır.. Durum o kadar vahim ki; geçen gün klavye tuşlarının arasında, geçen sene kaybettiğim, 1 TL'ye aldığım çorabımın tekini buldum.. İşin kötü yanı, kaybolan çoraptan umudumu kestiğimden, çorabın eşini atmıştım.. Bu yeni bulduğum çorabı atmıyorum şimdi, olur da o attığım çorabım yine evin içinden bir yerden çıkarsa, yine tek çorapla kalmayayım.. Kırk sene saklarım artık bu eşi olmayan çorabı..
 
     Abarttığımı sanıyorsunuz değil mi ? Kesinlikle değil.. Durum o kadar vahim bir boyut aldı ki ; define avcıları, benim klavyede kazı yapmak için benden izin istediler.. Buldukları definenin yüzde yirmibeşini bana vereceklermiş.. Tuşlarının arasından çorap çıkan bir klavyeden, Karun'un kayıp hazinelerinin de çıkacağına inanıyorlar..
 
     Durum bu kadar vahimken bir de annem gelip temizlik yapmaya kalksa idi, halim nice olurdu benim.. ? Kim bilir, kimin çocuklarını örnek gösterirdi bana : 
 
-- Hasan'ın oğlu Ahmet'in bilgisayarından hiç çorap çıkmadı.. Çünkü temiz çocuk..

-- Ondan değil anne.. Hasan'ın oğlu Ahmet'in bilgisayarı yok.. O yüzden çıkmamıştır..

-- Sus.. Ermeni oğlu Ermeni.. Hem pinti hem de annesi ile dalga geçiyor..
 
 



Ruh Hali..


Sıkıntı.. Sinir.. Stres..

Offff poffff..


Allah De Ötesini Bırak..

 
 
 
Uğur KOŞAR'ın Allah De Ötesini Bırak isimli kitabını ikinci kez okuyorum.. Doğrusu bu ya; ilk okuduğumda, bu kadar zevk almamıştım.. Zannedersem, ilk okuduğum zamanki ruh halim, bu kitabı algılamama engel olmuş.. Şimdi ise her sayfasından zevk ala ala okuyorum.. Yazar, bazen o kadar güzel çıkarımlarda bulunmuş ki, onlarca güzel sözden, hiç değilse birkaçını paylaşmak istedim..
 
Bu kitabı epeyce bir süre önce bana hediye eden insana; teşekkürlerimle..
 
 
 


Sen Yoksun Ya..


Kollarım artık seni sarmayacaksa, neyleyim bu kolları..? Neyleyim senin gözlerinin içine bakamayacak gözlerimi..? Başını yaslayıp da huzur bulamayacaksan, kıl yumağına dönmüş göğsümü neyleyim..? Seni mutlu etmeyecekse güzel konuşmanın, iyi yazmanın önemi ne ki..? İçinde sen olmayacaksan, neden hâyâl kurayım kış gecelerinde..? Gülümsemene sebep olmayacaksa, göbekli ve kel halde olmamın anlamı ne..? Sen öpmeyeceksen, bu dudaklar ne işe yarar..? İçinde sen olmayınca eksik kalmaz mı dualar..?

Sen yoksun ya; erkek olmanın pek bir anlamı kalmadı bu aralar..





Güvensiz Banka..


Bendeki tüm güvensizlik hissi, "...Değil bankaya para yatırmak, bankadan para çekmek; bankanın önünden bile geçmek günah... " diyen adamı, bankanın içinde gördüğüm an başladı..



Başkasını Değil de Beni Okusana..


Seninle ilgili çok şey yazardım da; okuyacaklarını benden değil de bir başkasından okumak istersin diye susuyorum..



Akıllı Telefon, Akılsız Şarj..



Sen tut; akıllı telefon icat edebilecek bir beyne sahip ol ama bu akıllı telefonun şarjı 30 dakikada tükensin..


Ey mucitler..! Akıllı telefonu bir miktar akılsız yapsaydınız da onun yerine şarjın dayanma süresini uzun yapsaydınız olmaz mıydı..?


 

Dudaktan Ele Yapılan Devir-Teslim..


Kadıköy Moda Sahili'nde, gözlerinde biriken yaşları, ellerimle sildim.. Islaklığın dudağımda idi; şimdi ellerime geçiverdi..


Sevda Dediğin Nedir Ki..!


Sevda dediğin nedir ki.. !
Çay bardağını iki elinle tutuyorsun diye hor görülmendir..
Özlemen ama özlediğini bile söyleyemeyecek olaylar yaşıyor olmandır..
Özgüveninin yok olması, geceler boyu uykusuz kalman, düşünce sisteminin tamamen dengesizleşmesidir..
Hâyâl kurman ama hâyâl kurmaktan korkmandır..

Sevda dediğin nedir ki.. !







Adını Yazamayan Cümle Uydurukçusu..

     Benim, okumaya olan âşkım, okula gitmeden önce başladı..

     Her çocuk gibi okula gitmeden önce saymaya başlamıştım.. "A" harfinin güzelliğini, okula gitmeden çok önceleri öğrenmiştim.. Boş kâğıt bulup da ablamın kalemlerinden birini aşırdığımda, sürekli kendi adımı yazıyor ve 62'den tavşan yapıyordum..

     Ben, okuma-yazma bilmeyen bir annenin, ilkokulu dışarıdan bitirmiş bir babanın oğluyum.. Rahmetli halam, "Kalem tutan el, dert görmez" derdi bize.. Okur sayısı az olan sülalede, okumanın güzelliğini ve gerekliliğini öğrenerek büyütüldüm.. Gazetedeki bir yazıyı okuyamadığı için "Beni okutmadılar." diyerek ağlayan annenin, gözyaşlarını gördüm..

     Beş yaşında iken; 'cepli pantolon' giyinmek büyümek, 'okula gitmek' ise adam olmak demekti..

     Yedi yaşındaydım ve artık adam olmanın zamanı gelmişti.. Rahmeti bol olsun, halamın okul hademesi olan kocası, benim ve amcamın kızının elinden tutmuş, 'okula yazdırmak' için okul müdürünün kapısına kadar getirmişti.. O zamanlar, okul müdürü Yusuf Ziya isminde, kara bıyıklı, uzun boylu ve gözlüklü bir adamdı.. İçeri girdiğimizde, bizleri önce tepeden tırnağa kontrol etti.. Halamın eşi, amirine durumu izah edince, okul müdürü, "Bu olur, yazalım." diyerek amcamın kızını gösterdi.. Sonra bana baktı.. Çok utanmıştım ve korkuyordum..

     Amcamın kızı, okula kabul edilmişti ama bende pürüz vardı.. O zamanlar bana hiç engelli olduğum hissettirilmemişti.. Herkes, hiç bir farklılığım yokmuş gibi davranıyordu.. Ne ailem, ne akrabalarım, ne arkadaşlarım; bana hiç engelliymişim gibi davranmadılar.. Doğrusu bu ya ben de farklı olduğumu hiç düşünmüyordum.. Hatırladığım şey, sadece, ben sokağa, oynamaya gitmeden önce, annemin "Dikkat et oğlum.. Arkadaşlarından biri 'gel ben senin elini düzelteyim' derse sakın elini kimseye verme. " diye tembih cümlesi idi.. Şükür ki, çocukluğum boyunca hiç kimse, yamuk olan elimi düzeltmek istemedi..



     "Sen, kalem tutabiliyor musun? " diye sormuştu Yusuf Ziya Bey.. Cılız bir sesle "Evet.. " diyebilmiştim.. Yanına çağırdı.. Bir kalem verdi.. Boş bir kâğıt göstererek :

-- Buraya bir şeyler yaz bakalım..   dedi..

     Duraksadım.. Ne yazacağımı bilemedim.. Müdür Bey, başka şeyle ilgilenmeye başlamıştı.. Ben hâlâ ne yazacağımı düşünüyordum.. Aradan bir kaç dakika geçti..

-- Yazmayı biliyor musun ?  diye sordu..

-- Ne yazayım.. ?

-- Adını yaz bakalım..

     Altı harfli adımı, beş harfli soyadımı, kalemin de büyüklüğü ve zor kavranması sebebiyle çok ağır olarak beş dakikada anca yazabildim..

     Adımı ve soyadımı yazdıktan sonra müdüre gösterdim yazdıklarımı.. Baktı.. Biraz duraksadı.. "Peki, seni de yazalım." deyiverdi.. Yusuf Ziya Bey'in o cümlesinden sonra utangaç bir sevinç kapladı yüzümü..


     Mutlu haber evdekilere verildikten sonra okul hazırlıkları başladı.. Siyah önlük, beyaz yaka, mendiller, yeni çoraplar, okul ayakkabısı, kalemler, silgiler, kalem traşlar, farklı boy ve ebatlarda defterler ve bir çanta.. Yedi kardeştik ve tüm kardeşlerim benden büyüktü.. Hepsinin arasında bir veya iki yaş olmasına rağmen ben ile benden bir büyük ablamın arasında beş yaş fark vardı.. Bu yaş farkı sayesinde, onlar, birbirlerinin kalemi ve defteri ile idare ederken, bana her şeyin yenisi alındı..

     ...ve okula başlama günü geldi çattı.. Nasıl sevinç dolu, heyecanlı bir gündü anlatamam.. Gece heyecandan uyuyamamıştım.. Sabah, hava tam aydınlanmadan yatağımdan kalkmıştım.. Kahvaltımı yaptıktan sonra annem üzerimi giydirmiş, çantamı sırtıma takmış ve öpücüklerle beni okula uğurlamıştı.. Mahalledeki diğer kuzen ve arkadaşlarımla birlikte, halamın eşinin peşisıra okula yürüyorduk..

     Hangi sınıfa gideceğimiz gösterildi.. Nereye oturacağımız söylendi.. Şimdi anlıyorum ki, o gün okula başlayan her çocuk utangaç, sıkılgan ve korkaktı.. Birkaçının ağladığına şahit olmuştum.. Akşam, kuzenimin ağlayarak eve kaçtığını duyup da gülmüştüm hatta..

     Engelli olduğumu, başkalarından aslında çok farklı göründüğümü de okulun ilk günleri tam olarak idrak etmiştim.. Sınıf arkadaşlarımla birbirimize alışmaya başladığımızda, bana, "Senin ellerine n'oldu, ellerin neden öyle, ellerin neden yamuk..? " gibi sorular soruyorlardı.. Sorulan her soru, utanmama ve bir köşeye sinmeme sebep oluyordu.. Gelip de bunları anneme anlattığımda, "Seni Allah öyle yarattı.. " cevabını alıyordum.. Ben de böyle sorular soran arkadaşlarıma, annemin söylediğini tekrarlıyordum ama artık hep aynı sorulardan da sıkılmaya başlamıştım.. Bana bu soruları soranlara artık kızıyordum ve kızdığımı belli ediyordum.. Yatılı bir okulda, gündüzcü olarak okuduğumdan dolayı, yanında ailesi olmayan çocukları korkutmak ve sindirmek kolay oluyordu.. Hatırladığım şey, ilk zamanlar, okula gelip giderken ve teneffüs aralarında, kimse görmesin diye, elimi hep cebime soktuğumdu.. Ki bu alışkanlığım, lise sona kadar devam etti..

     Okula alışmıştım.. Diğer çocuklardan farklıydım ve bu farklılığın bilincindeydim.. Yavaş yavaş şekiller çizmeye, harfleri öğrenmeye ve nihayetinde hecelemeye başlamıştık.. Sınıf öğretmenim, Şemsettin Şenel Bey'di.. Orta boylu, zayıf, bıyıklı ve kıvırcık saçlı biriydi.. Güleryüzlüydü ama çabuk kızabiliyordu..

     Biz, bize öğretilenleri defterimizde yazmaya başladıktan on veya onbeş dakika geçtikten sonra benim ellerim acımaya başlıyordu.. O kadar sızlıyordu ki, daha fazla kalem tutamıyordum.. Bunu öğretmenime söylediğimde, ellerim ağırdığında yazmayı bırakmamı tembihliyordu.. Bu durum bir veya iki hafta devam edince, öğretmenim, babamı okula çağırmamı istedi..

     Babam, o zamanlar adı TEK olan Türkiye Elektrik Kurumu'nda memurdu.. Elektrik sayaçlarını kontrol etme işi kendisinde olduğundan, memleketimdeki herkes tanırdı babamı.. Nedense herkes, memur olarak kaldığı süre boyunca, babama, farklı bir saygı gösterirdi..



     Babama, öğretmenin kendisini çağırdığını söyledim.. Neden çağırdığını sordu ama bilmediğimi ifade ettim.. Öğretmenim çağırdıktan iki gün sonra sabah benimle beraber okula geldi.. Derse girmeden önce öğretmenimle tokalaştı.. Hatırladığım kadarıyla sıcak bir gündü.. Güneş vardı.. Gece çiğ düşmüş olacak ki, yeşilliklerin üzerinde damlacıklar oluşmuştu.. Ben, öğretmenimden utandığımdan dolayı, babamın arkasına saklanıyordum.. Hiç unutmuyorum; önce hâl-hatır sohbeti ettiler.. Sonra babam neler olduğunu sordu..

-- Adil Ağbi, <Çocuk> yazmakta sıkıntı çekiyor.. Biraz yazdıktan sonra eli ağrıyor ve kalem tutamıyor..

     Ben, bazen başımı babamın arkasından uzatıyor, öğretmenime bakıyor, sonra göz göze gelmemek için yeniden saklanıyordum.. Öğretmen devam ediyordu..

-- Ağbi, bana kalırsa, bu sene bu çocuğu okutma.. Al bunu okuldan, alışsın biraz, seneye verirsin..

     Babam, dışarıda başkalarına karşı sakin bir adamdır.. Evde ise otoriter ve gergindi.. Hatta bazen çok yaramazlık yaparsam, bana tokat attığı oluyordu.. O, ne zaman kızsa, ben hep yatağın altına saklanıyordum.. Evde, ara sıra da olsa sinirlendiğini biliyordum ama dışarıda sakin biriydi.. Yalnız öğretmenimin bu cümlelerine sinirlenmiş olacak ki, sesini yükseltti..

-- Sen ne diyorsun Hoca..? Bu çocuk okuyacak.. !

-- Ama ağbi, eli ağrıyor, dayanamıyor..

-- Alışır Hoca, alışır.. Az sabret..


     O çocuk alıştı..! Aradan zaman geçti ve diğer öğrenciler gibi hızlı ve uzun süreli yazmaya başladı.. Öğretmenim, belki halime acımış ve acı çekmeme dayanamamıştı.. Belki de kötü niyetliydi ve benimle uğraşmak istemiyordu.. Bilemem.. ! Bildiğim tek şey, okul hayatım boyunca, sadece bir kez bu olay sebebiyle okuluma gelen babam, bu sayede benim okulda kalmamı sağlamıştı..

     Çok merak ediyorum : Ya babam, öğretmene uysa ve beni okuldan alsa idi..?


     Şimdi beni duymazsınız ama...

     Beni, okula kayıt etmeden önce adımı yazmamı isteyen müdürüm.. Ben artık adımı on dakika içinde değil, bir kaç saniyede her yere yazabiliyorum..

     Beni, o sene okuldan çıkartmak isteyen öğretmenim.. Biliyor musunuz, ben artık babam sayesinde her gün yeni yeni cümleler uyduruyorum..







Sessizliğin Galibiyeti..



                                                                                                      Söz gümüşse, sûkut altındır.


     Sessizliğin her zaman galip geldiğine inananlardanım..

     Biz insanoğlu, ivecen karakterde yaratılmışız.. Hayatımız yanlışlıklar üzerine kurulmuştur.. Yaşadığımız her saniye, hayatın yeni bir yüzüyle karşılaşır, yeni sonuçlar çıkarmak için yeni sınavlara tâbi tutuluruz.. Her saniye yenilenen hayatta, yeni olaylara karşı çoğu zaman yenilgi içinde oluyoruz..

     Çok konuşuyoruz.. Bir çok konuda ahkâm kesiyor, bir çok olayda ses çıkarıyoruz.. Oysa çoğu yerde, sessiz kalmanın en büyük erdem olduğunu öğrettiler bize.. "Konuştuğum için çok pişman oldum ama sessiz kaldığım için hiç pişman olmadım." diyen büyük zatı dinlemeyi öğrenemedik bir türlü.. Kavga oldu, biz konuştuk.. Tartışma yapıldı, biz konuştuk.. Eğlencede de sesimizi kesmedik, ölümlerde de..

     "Ağır başlı" olmayı başaramadık.. Dilimizde kemiğin olmamasını fırsat bilerek, her olayda, olumlu veya olumsuz tepki gösterdik.. Konuşarak, üste çıktığımızı, galip geldiğimizi düşündük.. Oysa her zaman galip gelen sessizliktir..

     Şimdi sessizim.. Ve.. ben.. galibim..

Yeni Yıl..



İnşaallah hayallerin beni esir almadığı ve gerçek hayatı daha çok yaşayabileceğim bir yeni yıl olur.. Yıllardır uyuyorum, artık uyanmak istiyorum..