Babamın Kürkü..

Ne güzel bir aile  tablosuydu.. Hava soğuktu.. Annem, ablam ve ben evde oturmuş, televizyon seyrediyor, çay içiyor, maziyi yâd ediyorduk..

Televizyonda, eski eşyaların alınıp satıldığı bir program vardı.. Programda, kadının biri, kürkünü satmak için mağazaya getirmişti.. Bu sahneyi izlerken, ablam, “Anne, babamın kürkü vardı.. Uzun dönem ben de giyinmiştim.. N’oldu o kürke?” diye sordu..

Annem, “Onu, Zeko dayının oğluna vermiştik.” dedi..

O kürkü ben de hatırlıyorum.. Bir kez giyinmiştim; ağır bir kürktü.. Biraz kadın kürküne benziyordu diye içime sinmemişti.. Deriydi.. Çok kaliteli bir şeydi..” diye söze atıldım..

Sen o kürkün babana nereden geldiğini biliyor musun <Çocuk>? “ diye sordu annem..

Yoo..” dedim..

Ve başladı anlatmaya.. Dinlerken, anlatılanları -nedense- Hz.Yusuf’un hayatına benzettim.. O kadar farklı ve garip bir olaydı ki.. Ama gerçekti.. Yaşanmıştı.. Bundan etkilenmiş insanlar vardı..  

Ardahan’ın Gölgeli köyünde, iki kardeşin küçüğü olarak dünyaya gelmiş Osman.. Dört veya beş yaşında iken babasını kaybetmiş.. Annesi genç yaşta dul kalınca, oraların âdeti olduğu üzere, dul kalan başka bir adamla evlendirilmiş.. Anneleriyle birlikte gidemeyen Osman ve abisi, amcalarına teslim edilmiş..  Böylece daha o yaşta, hem annesiz, hem babasız kalmanın acısıyla hayata başlamış..

Tahminlere göre yıl 1940’ların sonu, 50’lerin başı... Artık ne olduğu bilinmez, iki kardeşe bakan amca, çocuklardan birine daha fazla bakamayacağına karar vermiş.. Osman’ı alarak Kars’a gitmiş.. Osman daha çocuk; beş, altı, en fazla yedi yaşında.. Hayattan bihaber.. Amca nasıl davranmış, yenge nasıl davranmış bilinmez amma onlar çok iyi olsalar bile annesiz ve babasız olmanın burukluğu, Osman’ın içinde bir kor olmuştur zaten..  

Kars’ta, kalabalık bir yerde, Osman’ı bırakıp kayıplara karışmış amcası..  Annesiz, babasız Osman, artık abisiz, amcasız, yengesiz yani tamamen kimsesiz kalmıştır.. Amcası, kimseye teslim etmeyi dahi düşünmemiş, sokakta yapayalnız bırakmıştır yavrucağı.. Kimsesiz Osman,  artık Allah’a teslim edilmiştir..

Aradan onlarca yıl geçmiş.. Anlatılan olayı dinlerken, küçücük bir çocuğun, hiç bilmediği bir yerde, yapayalnız bırakılmasının acısını yaşıyorum.. Ne düşünmüştür..? Ne yapmıştır..? Kim bilir ne kadar korkmuştur.. İç çeke çeke ağlamıştır büyük ihtimalle.. Tanıdık hiç kimse yoktur.. Bildik bir yerde değildir.. Tamamen çaresiz, savunmasız, korkaktır.. Bir insan, ömür boyu uğraşşa, bu çaresizlik hissini içinden söküp atmayı başarabilir mi..? Sanmıyorum.. Ben yapamazdım en azından..

O yıllarda büyük şehirlerde ticaretle uğraşan tüccarlar, ham maddeyi Doğu’dan tedarik ederlerdi.. Adını bilmediğimiz bir deri tüccarı da kendi deri fabrikasında işlemek üzere deri almak için Kars’a gelmiş.. Nasıl olmuşsa olmuş, o kalabalık içinde yapayalnız kalan Osman’ı fark etmiş.. Kaybolduğunu düşünerek çocuğun ailesini bulmak için araştırma yapmış ama çabaları neticesiz kalmış.. Nihayet Osman’ın kimsesiz olduğuna kanaat getirerek, onu alarak İstanbul’a getirmeye karar vermiş..

Beraber İstanbul’a gelmişler.. Adam fabrikasında iş vermiş Osman’a.. Yıllar sonra “Yaşım küçük tabii; malzemeleri kucağımda taşıyamıyordum da zorla sürükleyerek götürüyordum sağa-sola.  diye anlatmış o günleri Osman..

Yıllar birbirini kovalarken, Osman, tam da deri tüccarının istediği bir şekilde büyümüş.. Çalışkan, disiplinli, haram yemeyen, işini sağlam yapan biri olmuş.. Deri tüccarı da Osman’ın bu üstün meziyetlerini görerek, ona küçük bir deri fabrikası açmış ve dükkânın başına geçmesini istemiş.. Artık Osman’ı ne kadar sevmiş ve güvenmişse, kızı Melek’i de Osman’la nikâhlamaya karar vermiş.. 

Hiç bilmediği bir yerde yapa yalnız bırakılan o çocuk, artık evli ve hâli vakti yerinde bir dükkân sahibi oluvermiş.. Dükkân sayısı birken iki olmuş, onun için çalışan insan sayısı artmış.. İçindeki burukluğu atabilmiş midir bilinmez ama kimsesiz o çocuk, maddi yönden rahata erebilmiş nihayet..

Ulaşım imkânları arttıkça tüccarlar Doğu’ya gitmek yerine, Doğu’nun insanları mallarını satmak üzere büyük şehirlere gelmeye başlamışlar.. Yine deri satmak isteyen kişiler Osman’ın dükkânına gelip derilerini teslim ederlerken, birinin memleketi ve soyadı dikkatini çekmiş Osman’ın.. O kişiye, “Sen şöyle kenarı çekil, seninle bir görüşelim.” demiş.. Diğer deri satıcılarının işlerini yapmış, paralarını teslim etmiş ve onları uğurlamış..

Yıllar sonra bu olanlar anlatılırken, o “kenarda bekle” denilen adam, “Ömrüm boyunca çekingenlik hissederek büyüdüm.. “Kenarda bekle” denilince, korkudan ne yapacağımı bilemedim.. ‘Acaba başıma bir şey mi gelecekti, getirdiğim deriler kusurlu muydu, bana kötü bir şey mi diyeceklerdi?’ diye korku içinde bekledim durdum.  diye anlatmış o günü.. Osman da “Arada bakıyordum iki büklüm, korku içinde bekliyordu.. Yüzü bembeyaz, elleri dizlerinin üstünde, kafasını kaldırmadan sadece önüne bakarak, celladını bekleyen bir mahkûm gibi korku içinde bekliyordu.” diye tasvir etmiş..

Herkes gittikten sonra adamın karşısına geçen Osman, “Abi sen nerelisin, kimlerdensin?” gibi sorular sorup, daha sonra emin olduktan sonra “Ben senin kardeşin, Osman’ım.” demiş.. Korkunun, heyecanın ve şaşkınlığın sonrasında iki kardeş sarılmış birbirine, yılların hasretini gidermişler..    

Osman’ın karısı Melek o günü anlatırken, “Osman telefon açtı bir gün…” diye başlamış söze.. “Heyecanı ve sevinci sesinden belli oluyordu.. Melek, sana öyle değerli bir misafir getiriyorum, öyle bir garip olay oldu ki, anlatsam inanamayacaksın.. Yemeği hazırla, temiz çamaşır çıkar, banyoyu ısıt.. Çok çok değerli misafir getiriyorum sana!” diye devam etmiş..  

Allah’ın hikmeti..! Babası ölen, annesi evlendirilen, hiç bilmediği bir yerde yapayalnız bırakılan ve tek dayanağı olan abisinden uzaklaştırılan Osman, yıllar sonra yeni bir aileye kavuştuktan sonra bir de abisiyle kucaklaşma imkânı bulmuş..

Annem anlatırken, “Vayy be, ne hayatlar var.. Allah kimseye böyle bir sınav vermesin.. Çok zor.. Sonu bir nebze iyi bitmiş olsa da çok çok zor bir sınav.. Yalnız bunun babamın kürküyle ne ilgisi var..?” diye sordum..

Hahh..! Şimdi geleyim o konuya…” diye cevapladı annem beni..

“İstanbul’dan, bizi bir gün Oya yengen aradı.. O zamanlar Ardahan’da oturuyorduk.. Oya yengen, ‘bir köylüsü ve onun karısı ile memlekete geleceklerini, birkaç gün bizde kalmak istediklerini’ söyleyerek izin istemiş babandan.. Baban da “O nasıl laf, buyrun tabii..” deyivermiş.. Oya yengen, Osman ve karısı Melek bize geldiler.. Bir gün misafirimiz oldular.. Bize de kaldıkları gün anlattılar bu olayı.. Yıllar sonra köyünü görmek istemiş.. Karısını almış, köyüne, abisinin ailesinin yanına gidip birkaç gün misafir olacaklarmış..   Bir gün kaldıktan sonra ertesi gün köye gittiler.. Birkaç gün köyde kalıp hasret gidermişler.. Sonra yeniden bize geldiler.. Yine bir gün bizde kaldılar ve ertesi gün İstanbul’a döndüler..

Birkaç sene sonra biz babanla İstanbul’a, amcanlara gittik.. Bizim geldiğimizi öğrenen Osman da gelip bizi evine davet etti.. Hatta bizi arabasıyla evine götürdü.. Yedirdi, içirdi.. O kürkü de evinde bizi ağırlarken babana hediye etti..

Yaaa <Çocuk>… İşte böyle.. Nerdennn nereyeee bir hayat..”

Yıllar sonra öğrendim bu olayı.. Bilseydim o kürkün böyle bir anısı var, doğrusu kimseye vermeye kıyamazdım.. Film tadında bir hayatın kürkü imiş babamın kürkü..