32..



Hiç sevmiyorum 32 rakamını..




Özentim..

Nasıl özeniyorum bilemezsiniz..

Koca koca adamlar, vakit namazlarına küçücük çocukları getiriyorlar ve o çocuklara dini bilgiler veriyorlar ya..

O küçük çocuklar, babalarına bakıyor, onları taklit ederek namaz kılmaya çalışıyorlar ya..

Sonra sıkılıp sağa sola bakıyor, kendi kendine oyunlar oynuyorlar ya..

Namaz sonrasında herkes o küçük çocuğun başını okşuyor, babası da onu öpüyor ya..

O küçük çocuk, camiiden çıkarken, minicik ayakkabılarını ayağına geçiriyor ve babasının elinden tutarak evlerine doğru yol alıyorlar ya..

Nasıl özeniyorum bunlara, bilemezsiniz..








Gör(me)..

Şunun çocuğu olmuş : ÇOCUK GÖRMESİ..
Şunun evine gelin gelmiş : GELİN GÖRMESİ..
Şunun evi olmuş : EV GÖRMESİ..
Şu araba almış : ARABA GÖRMESİ..
Şu işyeri açmış : İŞYERİ GÖRMESİ..

Anneeeeee; para bitti yahu.. Biraz görmezden gel.. !
İlla göreceksen birini; oğlunun halini gör..


Ana Kuzusuna Anne Yasağı..



Annem, fırça çekti, tembihledi, şart koştu, binikiyüzseksensekiz sene sonra terliğini gün yüzüne çıkardı..


Bundan sonra akşam dokuzdan önce eve girmezsem, eşek sudan gelinceye kadar dövecekmiş beni.. Hayır yani Şehr-i İstanbul'da hiç eşek yok.. Eşek bulsan ve o eşeği su için çeşmeye göndersen, Şehr-i İstanbul'da çeşme de yok.. Eşeği bulup, o eşeği suya göndersen, eşek sudan gelinceye kadar ben terlik manyağı olur çıkarım.. Her yönüyle tehlikeli bir durum..


Şu hale bak yahu; otuziki yaşına girmeme üç-beş gün kalmış, kurban olduğumun annesi, beni terlikle korkutuyor..




Taksim'de Sokak Sanatçıları..



     Taksim'de, tarihi tünelin az ilerisinde, bağlama, gitar, flüt, keman, ney ve buna benzer müzik aletleri ile sanatlarını icrâ eden gençlerden biri olmak isterdim.. Dinleyenim az olsun, boş gitar kutusuna para atanım az olsun, değer gösterenim az olsun, saygı duyanım az olsun.. Sadece minik bir alan benim olsun; türkü olsun, şarkı olsun, söz olsun.. Yanımda, işini gerçekten severek yapan birkaç insan olsun..

     Sadece bir kez, ben şarkı söylerken, bana eşlik etsin toplanan insanlar, koro oluştursun.. Sadece bir kez, ben şarkı söylerken, iki genç göz göze gelsin, tanışsın, arkadaş olsun.. Sadece bir kez, ben şarkı söylerken, yıllar sonra iki yaşlı insan, birkaç saniyeliğine olsa bile birbirine âşık olsun.. Sadece bir kez, söylediğim şarkı, ağlayan birine teselli olsun.. Sadece bir kez, ben şarkı söylerken, bir çocuk gülümsesin, dans etsin, mutlu olsun.. O gün benim bayramım olsun..

Uyku..



Bir insan tüm gün uyur mu..? Uyurmuş..


Öğlen 12:30'da uyandım.. Kahvaltı falan yaptıktan sonra tekrar uyudum ve akşam 20:30'da uyandım.. Şimdi bilgisayarı açtım ama sürekli esniyorum; az sonra tekrar uyurum..


Uyumak ne güzel bir şey.. Hiç bir şey hatırlamıyorsun..




Öksürten Alışkan Hâyâller ve Tezat Nefretler..



Ailesiyle tanıştırmış kız arkadaşını.. Annesi, babası pek bir sevmişmiş.. "Hanım hanımcık bir kız, bize layık biri... " gibi bir sürü güzel laf söylemişlermiş..




Öksürüğüm geçmedi bir türlü.. Öksürdükçe öksüresim geliyor.. Boğazımda olduğuna inandığım bir şeyleri çıkarmaya çalışıyorum ama boğazımda bir şey yok; kuru kuru öksürüyorum sadece..




Acaba, bundan sonraki hayatımda, ben birine güvenebilir ve birini sevebilir ve o birini kaldırıp kendime âşık ettikten sonra ailemle tanıştırabilir miyim..? Eskiden hâyâl kurmak güzel oluyordu; artık "evlenmek" öyle garip bir kelime ki benim için.. Biri, cümle kurarken "evlendim" dese, "yeni bir ev almış" diye düşünüyorum.. Biriyle dünya evine girmek gibi bir anlam hiç gelmiyor aklıma.. Benim için artık çok tuhaf ve çok ama çok korkutucu bir kelime bu.. Cesaret edeceğim de... Ailemle tanıştıracağım da... Evleneceğim de... Çocuklarım olacak da... Huzurlu ve mutlu olacağım da... Artık hiç yalnız kalmayacağım da... vs vs vs.. Ne bileyim; eskiden benim en büyük hâyâlim, kimisi için "basit" olan böyle şeylerdi.. Artık bunun hâyâli bile komik ve ayrıca korkutucu geliyor bana.. Ütopik bir durum oldu bu iş benim için..






Bazen o kadar çok öksürüyorum ki; iç organlarımın dışarı çıkmasını istiyorum.. Sanki tüm iç organlarım bir öksürük sonrası dışarı çıkarsa rahat edecekmişim gibi.. Bazen de çok öksürdüğüm için öksürme ihtiyacım olmasa bile alışkanlık sebebiyle öksürüveriyorum.. Alışkanlık hissi ne kötü..




Hâyâl kurmak, bir alışkanlık bana kalırsa.. Rabb, biten her umudun ardından bir yeni umut veriyor kuluna ve kul, Rabb'inin içine doğurduğu o umut ışığı ile yeni yeni hâyâller kurarak, dünyaya tutunmayı başarıyor.. Sonra hâyâlini kurduğu umut bitiyor, sonra bir başka umut doğuyor içine ve bu döngü böyle devam ediyor.. Bazen kısa süreli zaman dilimlerinde, hiç umut ışığı belirmiyor insanın içinde.. Böyle durumlarda ise "alışkanlık" devreye giriyor ve insan umut ışığı belirmiş gibi yeniden hâyâl kurmaya devam ediyor.. Ortada bir umut yok.. Haliyle hâyâl kurmasını gerektirecek bir durum da yok ama alışkanlık var.. Hâyâl kurmanın alışkanlığı..




Birşeyler yazıyorum, birşeyler anlatmaya çalışıyorum ama esasında ne dediğimi bilmiyorum.. Öksürdüğümü belirtmek istemiştim sadece.. Bir de kız arkadaşını ailesiyle tanıştıran bir arkadaşımın bana anlattıklarını aktarmak istedim.. Ne tuhaf hisler.. Kapalı giyinen, minyon tipli bir kız, senin elinden tutuyor, seni seviyor, âtiyi seninle geçirmek istiyor.. Seninle evlenmek istiyor.. Ailenle tanışıyor.. Beraber geziyorsunuz; elele camiiye giriyorsunuz.. Ortak bir âti için Rabb'e yalvarıyorsunuz.. Evleniyorsunuz.. Ve o kız, çocuklarının annesi oluyor.. Saçın-sakalın beyazlamaya yüz tutmuşken, evde koşuşturan iki veya üç çocuğun oluyor.. Tuhaf..




Fazla öksürük, insanın fazla hâyâl kurmasına vesile olur mu acaba..? Kurulan hâyâller neden mutluluk üzerine kurulur..? Niye aileyle tanışma sırasında çay içilmiyor, çay bardağı iki elle tutulmuyor ve sana yaratık gözüyle bakmıyor insanlar ve sen o bakışlar ve sözler yüzünden kendinden nefret etmiyorsun ki..?




Sürprizlerden nefret ediyorum.. Birilerinin bana fazla ilgi göstermesinden de.. Birilerinin bana ilgi göstermiyor olmasından da nefret ediyorum aynı zamanda..
Yanımda mutluluk tabloları çizen insanlardan nefret ediyorum.. Yanımda üzülen ve mutsuzluk sebebiyle suratını asanlardan da..
Bir yere gittiğimde çay bardağı verilmesinden nefret ediyorum ama bir yere gittiğimde çay verilmiyor olmasından da nefret ediyorum..
 Karamsarlıktan nefret ediyorum, içime sevecenlik tohumları eken umutvari hâyâllerin olmasından da..
Aynı insanları sürekli arayıp-sormaktan nefret ediyorum.. Keza aynı insanların beni arayıp sormalarını da sevmiyorum.. Ancak insanların beni arayıp-sormamalarından ve yalnız bırakmalarından da nefret ediyorum..
Ne dediğimi bilmez bir halde yazdığım zamanlar kendimden nefret ediyorum ama esasında yazdıklarımın her birinin hayatımda çok önemli bir yer işgal ettiğini, direkt yazmaktansa karmakarışık yazarak yıllar sonra okuduğumda sadece benim anlayacağım sözler olduğunu biliyor olmamdan da nefret ediyorum..


Sizin anlayacağınız bol bol öksürüyorum.. Bol bol öksürmekten de nefret ediyorum..






Banyo Sonrası Pislik..


Banyodan çıktıktan sonra, tekrar aynı pis çamaşırları giyinen, benden başka kaç kişi vardır acaba..?

     Parayı bulup da şükrü unutan, kendini kaybeden, azgınlar sınıfına girmiş olanlardanım ben
( 'parayı bulmak' deyiminden kastım, zavallı bir kamu işçisinin aldığı ücretten ibarettir; köşeyi döndüğüm izlenimi çıkmasın lütfen.. ) .. Geçen gün, odamda, genel bakım ve temizlik işine giriştim.. Yıpranmış, kirçimiş, rengi kaçmış, güzel görüntüsünü kaybetmiş ne kadar atlet, fanila ve baskır varsa çöpe attım.. Niyetim, ertesi gün çıkıp yeni ve cici çamaşırlar almaktı.. Ertesi gün de tembellik yapmak için niyetlendiğimden, bir gün önceki niyetimi bozdum (61 gün keffaret tutacağım inşaallah) .. Her gün veya iki günde bir duşa girme özelliğim olduğundan, var olan bir kaç adet atlet ve baksır da kirlendi.. Haliyle ben de bugün dün giydiğim çamaşırları yeniden giymek zorunda kaldım..

     Yarın, yine tembellik yapmaz ve parama kıyabilirsem, kendime, tazmanya canavarlı, pembe panterli, siyah ve beyaz karışımı desenli, üzerinde iskelet figürü olan, vb. birkaç ucuz baksır ve atlet alayım.. Eğer yarın da alamazsam, duştan sonra babamın uzun paçalı donlarından birini giymek zorunda kalacağım..


     Banyodan çıkmış olmama rağmen kendimi hâlâ temizlenmemiş hissediyorum.. Bu durumdan, bu gece ve yarın gün boyu rahatsız olacağımdan hiç kuşkum yok.. Küçükken ne güzeldi; haftada bir anne-baba zoruyla banyo yapar, pis veya temiz olup-olmadığıma aldırmadan hayatımı sürdürürdüm..

Daldan Dala..


Son günleri anlatmak için  tek konu yetmez bana..
Daldan dala atlamalıyım kısa kısa..

+ Yıllardır beni yalnız bırakmayan, çift hatlı telefonum sizlere ömür.. Çift hatlı telefonumun beni yapayalnız bıraktığı yetmiyormuş gibi bir de giderken hemen hemen tüm telefon numaralarını alıp gitti.. Haliyle dımdızlak (bu nasıl bir kelime yahu) kaldım ortada..

+ Telefonum bozulduktan sonra binsekizyüzlü yıllardar kalma bir telefon buldum ve onu kullanmaya başladım..
Denize düşen yılana sarılır misali denize düştüm ve fotoğrafı görülen bu telefonu kullanmaya başladım.. Hiç değilse konuşubiliyor ve mesaj çekebiliyordum.. Durumumun ne kadar içler acısı bir halde olduğunu sizlere de göstermek için bir arkadaşımdan bu telefonun fotoğrafını çekmesini rica ettim.. Kendisi, sağolsun, telefonumu gördüğünde, öyle bir çığlık atti ki tüm Kadıköy'deki polis ekipleri "tecavüzcü" diye benim üzerime çullandılar.. Sonra arkadaşım, öyle olmadığımı, daha doğrusu esasında öyle olduğumu ama şimdilik zararsız olduğumu söyleyerek bağırma sebebini izah etti.. Telefon, kendisinin ilk telefonuymuş.. "Ayyyyy benim ilk telefonum" diyerek, benim telefonu gördükten sonra bağrına bastı.. Kırk senedir görmediği akrabasını görmüş kadar sevindi, sarıldı, kokladı, öptü.. İlk başta, ben, "benim ilk telefonum" diyerek benimle alay ettiğini, telefonumun çok eski olduğunu belirtmek istediğini düşündüm ama telefonuma o kadar sarıldı ve öyle sevgi dolu davrandı ki; benimle alay etmediğine inandım.. Sağolsun, fotoğrafı çekti ve bana gönderdi.. Gel gör ki; fotoğrafı çektikten 1 gün sonra bu telefon da bozuldu.. Kırkbeş parçaya ayrıldı.. Sesi çıkmaz oldu.. Kendi kendine el-kol hareketleri yapmaya başladı.. Beni yalnız bıraktığı için telefona çamur atmak istemezdim ama el-kol hareketlerinin yanı sıra birkaç kez de burnunu karıştırdığını gördüm.. İyice sinir oldum ve o telefondan da umudumu kestim..

+ Telefonsuz kalınca, eşe-dosta, eski telefonlarını getirmeleri konusunda haber saldım.. Ablam bir telefon getirdi.. Gayet iyi telefondu.. Akıllı telefonlardan.. Tuşu falan yok; dokunuyorsun, dokunduğun anda harekete geçiyor.. Benim gibi dokunmayı seven erkekler için ideal.. Gel gör ki; o telefonun da sisteminin güncelenmesi gerekiyormuş.. Gittim Mecidiyeköy'e, LG servisini buldum.. Garanti süresi biten telefonun sistemini güncellemek için 30 TL ödedim.. Tam "Oley, benim de artık bir telefonum var, üstelik akıllı telefon, metrobüste hatunların orasını-burasını çekeceğim.." diye düğün-dernek moduna girmiştim ki; dokunmatik telefonun bazı yerlerine dokunduğumda, tepki alamadığımı farkettim.. Servise gittim, 100 TL'ye camının değiştirilmesi gerektiğini öğrenince,  "Canım çıksın, param çıkmasın" diyerek cüzdanıma sıkı sıkı sarıldım ve servisten kaçarcasına uzaklaşarak, o telefondan da vazgeçtim..

+ Yine eşe-dosta haber saldım ve yine eski iki tane telefon getirdiler.. Her iki hattımı da bu eski iki telefona taktım.. Üç gündür kullanıyorum.. Gel gör ki; numaraların birçoğu uçtu gitti.. Şuan biriniz arasanız ve "Ben, senin, rahmetli dedenim" deseniz, inanacak durumdayım.. Kendi anasının-babasının telefon numarasını ezbere bilmeyen bir insan evladı olduğumdan ve sesleriyle insanları tanıyabilme yeteneğim olmadığından, çok ama çok sıkıntılı günler yaşamaktayım..

+ Telefon konusunda diyeceğim şudur ki : Eğer biri bana adam akıllı çift hatlı bir telefon almazsa, yarından itibaren jigololuk yapmaya başlayacağım.. Benim gibi birine kim para verir bu iş için bilmiyorum ama 15 gün içinde telefon geldi geldi; gelmezse beni telefon rehberinize <Jigolo Çocuk> diye kaydedersiniz..

+ Telefon sıkıntısıyla uğraştığım yetmiyormuş gibi bir de geçen hafta hastalıkla boğuştum.. Hastalık ama ne hastalık.. ! Öksürmekten, baş ağrısından ve baş dönmesinden, kendimi kaybettim.. Altı gün kadar hastalığı çektikten sonra şükürler olsun ki iki gün önce iyileştim.. Şimdilik sadece bir miktar öksürük kaldı..

+ Ben, "Rabb'im şükürler olsun.. Hastalık da bir sınavdır ve şükür etmek için bir sebeptir.. Sana şükürler olsun ki benden umudu kesmedin ve Sana şükretmem için bir hastalık verdin.." deyip şükrümü eda ediyordum ki; dünya durdukça başımdan eksik olmayasıca, ayağına paspas olmak için heveslendiğim anacığım, "Senden baha geçsin oğlum" dedi ve bunu dediği günün aynı akşamı, benim hastalığıma yakalandı.. Dedim ya, uzun zamandır bu kadar etkili bir hastalığa yakalanmamıştım.. Beni benden almıştı.. İşe gittim ama nasıl gittiğimi, neler çektiğimi bir ben bilirim.. Annem hastalanınca, benim gibi dayanamadı; yaşlı bünyesi yenik düştü.. Hastaneye götürdüm, doktor yatırdı ve hemen serum bağladı.. Serumdan sonra kendine geldi.. Canım anacığım, hâlâ hasta, rahatsız, hâlsiz ve normal renginde değil ama ilk iki güne göre düzeldi.. Sanırım yarından itibaren hastalıktan kurtulmaya çalışacak ve üç gün içinde iyice rahatlayacak.. Allah tüm hastalara şifa versin..

+ Hastalık, telefonsuzluk, parasızlık üçlüsünün son on günümü esir alması münasebetiyle insanlardan uzaklaşmış, asosyal, yalnız, ağlak, sinirli, tipsiz, gıcık, kendini beğenmiş, manyak, ahmak, öküz birşey oldum.. Aynı anda kendime âşık olduğum gibi kendimden nefret edebiliyorum da.. Psikolojik sorunları olan biri olmaktan çıktım; manyağın önde gideni oldum..

+ Aynı yatakta, birine sarılarak uyumak nasıl bir his acaba, bilen var mı..?

+ Peki yatakta sarılarak uyuduğun insanın, seni sevdiğini hissettirmesi nasıl bir his..?

+ ...Demem o ki, sevilmek, bazen kıskanılmak, bazen âti için kurulan hâyâllere, sevdiğini söyleyen kişinin seni de dahil etmesi, hâyâllerinin başrolüne seni alması, nasıl bir histir ki acaba..?

+ Ne dediğini bilmeyen, bir dediği öteki dediğini tutmayan, alttan aldıkça üste çıkmaya çalışan, seni oyuncak gibi gören, kendi ellerinde ip varmış sen de onların kuklasıymışsın gibi tüm plânları kendine göre yapıp seni peşinden sürükleyeceğine inanan, sen onun peşinden gitmeyince tuhaflaşan, gittikçe hadsizleşen, aptallaşan bazı 'arkadaşlarıma' sinir oluyorum.. 

+ Laf aramızda, ben zaten sinir hastasıyım, her şeye sinir oluyorum.. En çok kendime sinir oluyorum.. Şu içine tükürdüğümün dünyasına gelmekte acele ettiğim için kendime sinir olduğum yetmiyormuş gibi en ağır küfürleri de yine kendine ediyorum..

+ Ölüp gitmeme birkaç ay kaldı; yatakta iki kadınla aynı anda beraber olma fantezimi bir türlü gerçekleştiremedim.. Gerçi ben bir kadınla birlikte olma fantezimi de gerçekleştiremedim ama iki kadınla olamadan ölüyorum ya tüküreyim hiç bir işe yaramayan üç santimlik pipime..

+ Böyle ayıp şeyler yazıyorum diye birçok kişi beni tenkid ediyor.. Kızıyor, terbiyesizlikle suçluyor.. Sonuna kadar haklılar.. Gel gör ki; içine tükürdüğümün dünyasında, yeterince "beyefendi" gibi durdum, üç-beş gün içinde otuziki yaşına giriyorum; haliyle bırakın da  hiç değilse içimden gelen herşeyi yazabildiğim bir yer olsun.. Daha önce sapıklığımdan memnun olmayan ve beni bunları yazmaktan alıkoyan insanları, yazma sevdam yüzümden hayatımdan çıkardığım olmuştu.. Beni yeniden yalnızlığa sürüklemeyin.. Gerçi zaten yalnızım ve zaten çevremdeki herkes kuru kalabalıktan ibaret ama hiç değilse görüntü yapmaya devam edin.. Bu sebeple susun da sapıklığımı yapayım..

+ İşte öyle..



Beni, Sen Bu Hâle Getirdin..

 

Bugün durgunum..
Ve yorgun..
En son bir pazar günü isyan ettim Allah'a..
Ve bir cuma gecesi, saat iki otuzda..


Rüyalarıma bir çocuk giriyor,
yalınayak..
Çamurun içinde duruyor..
Elinde küflenmiş bir ekmek, çamura bandırıp, bana bakarak yiyor..
Gözlerinde nefret var; "Beni, sen bu hâle getirdin" diyor..
Beyaz bir güvercin çıkıyor çamurdan, çocuğu öldürüyor..
Kanlı gagasıyla, "Beni, sen bu hâle getirdin" diyor..
Şişman, kara bıyıklı bir adam, 
ağacın arkasından, ateş ediyor güvercine..
Güvercin paramparça oluyor..
Tüfeğinden duman çıkarken, "Beni, sen bu hâle getirdin" diyor..


Küçüklüğümü görüyorum sonra..
Bir elimden annem tutmuş, bir elimden babam..
Yürüyoruz ağaçlara doğru..
Koşuyorum, yetişiyorum küçüklüğüme..
Sırtına dokunup, "bana bak" diyorum..
Yüzünü çeviriyor :
Sarı saçlarından kan akıyor, beyaz yüzünde kurtlar, böcekler, morluklar var..
Nefret eder gibi bakıyor bana..
Elini ağzından sokuyor, kalbini tutuyor..
Kalbini ağzından çıkarıp, bana uzatıyor..
"Beni, sen bu hâle getirdin" diyor..
"Ben, ne yaptım sana? " diyorum, "Beni, sen bu hâle getirdin." diyor..
"Ben, sana hiç bir şey yapmadım" diyorum, "Beni, sen bu hâle getirdin." diyor..
"Söyle seni nasıl kurtarabilirim" diyorum, "Beni, sen bu hâle getirdin." diyor..
Hep aynı cümleyi, çürümüş ağzı, nefretle bakan gözleri ile tekrar ediyor..
Ellerime bakıyorum.. Ellerimde kalbim var.. Yeşil çimlere, kıpkırmızı kan damlıyor..
 
Dün akşam yürüdüm.. Bakırköy'den eve kadar..
Bir saat... İki saat...
Siyah montumun, siyah şapkası ile kapattım yüzümü..
Yürüdüm..
Yürüdükçe rüya gördüm..
Hava soğuktu, burnum akıyordu, hapşırıyordum..
Biraz ısınmak için ellerimi cebime koydum..
Hava soğuktu, başımda siyah şapka vardı, yürüyordum..
Yanımdan, insanlar, arabalar, ne olduğu belli olmayan tuhaflıklar geçiyordu..
Yürüyordum.. Hızlı hızlı, çaresizce, yalınayak,
yürüyordum..
Ellerimi cebimden çıkardım..
Elimde kalp vardı.. Kalpten kan damlıyordu..
İrkildim.. Kalbi yere bıraktım..
Asfalt birden çamur oldu..
Kalp, çamura batarken, son sözü : "Beni, sen bu hâle getirdin" oldu..
 
 

Kendimin Katilidir Kendim..





"Yazmalısın. " dedi kadın, Gülhane Parkı'nda, harika bir manzarayı eşliğinde çay içerken..


     Ne yazmalıyım, nasıl anlatmalıyım, bilmiyorum.. Yalnızım.. Yorgunum.. Ve sabırsız.. Ve yalancı.. Ve kötü niyetli.. Bilmiyorsunuz, hayat çok daha kötüleşti son senelerde.. Maalesef ben, temiz kalamadım tüm bu kötülüklerin içinde.. Hatırlar mısınız, bilmem, iki büyük silahım olduğundan bahsederdim her zaman.. Biri dürüstlüğümdü, biri sabrım.. Kalmadı kardeşim, kalmadı.. İnanın bana, saçlarım ağardıkça, ne eskisi kadar sabırlı olabiliyorum ne de yaşantımı dürüstçe sürdürebiliyorum..


     Yanlış anlamayın, ne olur, kimseyi suçluyor değilim.. Yalnızlığım da benim suçum, çaresizliğim de.. En sevdiklerimi teker teker sırtlarından ben hançerledim.. Davaya ihanet eden benim.. Kalplerdeki Kâbe'yi yıkan benim.. Ettiğim yeminleri unutan, verdiğim sözleri tutmayan, sevdiklerimi kendimden nefret ettiren, gül suyu kokan duaları bedduaya çeviren, Leyla'yı Mecnun'a küstüren, bülbülü güle hasret bırakan, güzel bakışları kine dönüştüren, hâyâllerimi teker teker yıkan benim..


     İtiraf mı istiyorsunuz kardeşlerim..? O çocuğu öldüren benim.. O kadına tecavüz eden benim.. O genç kızın gelinliğini kana bulayan benim.. O adamın mezarını kazıyan benim.. Kardeşlerim.. Ben, kendimin katiliyim..


"Peki." dedi adam, Eminönü'nde, tarihi balıkçıda balık ekmek yerken..






Şeytan'ın Hizmetkârı..



     Sen kimsin oğlum..? Ne zannediyorsun kendini..?


     Sen, gururu ve kibri yüzünden, Rabb'in karşısına çıkıp da "ene ene ente ente" diyen o kendinden bihaber nefsinin nasıl olur da böyle kölesi olursun..?


     Sen, istediğin bir şey olmayınca, sanki Allah senin namazına muhtaçmış gibi nasıl olur da yalan yanlış da olsa kıldığın namaza son verirsin..? Sen kimsin ki, seni Yaratan'dan intikam almaya çalışırsın..?


     Sen, tek isteği seni mutlu etmek olan birini, sırf kendi salak saçma korkuların, çekincelerin, plânların yüzünden, nasıl olur da mutsuz edersin, kalbini kırarsın..?


     Sen, paraya tapanları gördüğün halde, nasıl olur da paraya tapanlara yardımcı olursun, destek verirsin, onlar gibi parayı baş tacı edersin..?


     Sen, ananın babanın duasını kazanmak varken ve mealen buyurmuşken Efendiler Efendisi (s.a.v), "Anne babası hayatta iken cenneti garantileyemeyenlere yazık" diye, nasıl olur da o insanların en ufak bir hatasında bağırır, çağırır ve her fırsatta ayıplarını yüzlerine vurursun..?


     Sen, sokakta dilenenleri gördüğün halde onların ne halde olduğunu bilmeden, "bunların hepsi sahtekâr" diyerek nasıl olur da onları yargılayabilirsin..?


     Sen oğlum sen, kimsin sen, nesin sen, ne biçim bir yaratıksın sen..? Senden, affetmek için tövbe bekleyen, kabul etmek için dua isteyen Allah'ına, nasıl olur da her akşam uyumadan önce bir kez olsun şükür etmezsin..?


     Sen, Allah tarafından, bırak bir başkasına, kendine dahi eziyet etmekten men edilmişsin..


     Kendini büyük görüyorsun.. İblis de öyleydi.. O, cinlerdendi.. Dua etti, meleklerin katına kadar yükseldi.. Allah, ondan itaat istedi, o isyan etti.. Derecesini yükseltmiş iken, huzurdan kovuldu.. O çok güvendiği ateşten yaratılmış olması durumu, onu yer ile yeksan etti..


     Şimdi sen söyle <Çocuk> Efendi.. Sen söyle Cümle Uydurukçusu..


     Senin, şeytanlardan biri olmadığın ne mâlûm..? Sen de onlar gibi insanları yoldan çıkarmak için çabalıyorsun.. Sen de onlar gibi dereceni yükselttiğin anda, kibrin yüzünden isyan ediyor ve  huzurdan kovuluyorsun..




     Bir tövbe.. İçten gelen Allah nidası.. Bir gözyaşı.. Bir küçük yardım.. Hatta bazen bir küçük gülümseme.. Af dile oğlum artık, af dile..






Vicdansız..



Bakmayın öyle klavyenin başına geçtiğimde, "iyi insan olduğum" yönünde cümleler uydurduğuma.. İyi insanların vicdanları bu kadar sızlamaz.. İyi insanlar, kendilerine bu kadar ağız dolusu küfür etmezler..


Bu yaşıma kadar kaç kişinin hakkına tecavüz ettim..? Kaç kişiyi yoldan çıkardım..? Kaç kişiye, insan kisvesinde görünüp, kaç kişiyi şeytanın yoluna davet ettim..?


Ey gafil.. !
Ey Şeytan'ın hizmetkârı..!
Ey günahları dağlar kadar olan soysuz.. !
Ey kendine <Çocuk> deyip de her gün bir başka çocuğun masumiyetine tecavüz eden sapık..!
Sen ne vicdansız, ne aşağılık bir yaratıksın öyle.. Ruhum artık taşıyamaz oldu senin pisliklerini..




İçine Tükürdüğümün Erkekliği..



Nefesini nefesimle çekip, kalbime hava depolayacaktım..


Yapamadım.. İçine tüküreyim bu erkeklik hislerinin.. Kalbimin yerine, hepi-topu 3 santimlik cinsel organımı asmışlar sanki.. Tüm davranışlarımı bu üç santim kontrol ediyor sanki.. Hayattan zevk almayı ve yaşayarak huzur bulmayı, bu üç santim engelliyor sanki.. Ah biz erkekler, neden bu kadar aciz ve eksik yaratılmışız ki..? Neden aklımız hep şeyimizde..? İrade denilen şey; niye bize hiç uğramaz ki..?


Nefesini nefesimle çekecektim oysa.. İçine tüküreyim erkeklik hislerimin..




Efendim..





Efendim... ! Hicri olarak doğduğun gündeyiz.. Ama artık doğduğun gün yetmiyor bizlere.. Sen'i anmak için hicri doğum günün haricinde miladi doğum gününü ve hatta doğduğun haftayı da kutsuyoruz.. Efendim; biliyorsun, Sen'i anmak için bahaneler üretiyor ve tek bir güne sığdıramıyoruz..


Efendim, günler yetmiyor.. Sen'i daha fazla iliklerinde hissetmek isteyen bir nesil var artık.. Bizim gibi günahkâr değiller.. Bizim gibi Sen'siz büyümek istemiyor, Sen'i sadece özel günlerde değil de her an yanlarında hissetmek istiyorlar..


Efendim, Sen'inle büyümek isteyen, nefislerinden vazgeçip hayatlarının tam ortasına Sen'i koymak için çaba gösteren bu yeni neslin maneviyatı yok bende.. Ben, Sen'in tasvip etmeyeceğin şeyleri yapıyor, günah çukurumda her gün biraz daha boğuluyorum.. Sana hiç lâyık olamadığımı biliyor, benim için üzüldüğünü hissediyorum..  Efendim, Sen'i ve beni yaratan Rabb'e karşı yüzüm kalmadı artık.. Rabb'in yazdıklarını az da olsa artık okuyabiliyor, Sen'in tebliğ ettiklerini anlamak için çaba gösteriyor olsam da Şeytan'ın yaveri olmaktan bir türlü kurtaramıyorum kendimi.. Günahkârım Efendim.. Senin ümmetinden olup da benim kadar günaha batmış başka kimse var mıdır bilmiyorum ama Sen'in karakterinin , yaşayışının, söylediklerinin uzağında bir hayat sürüyor olmanın utancını yaşıyorum.. Utanıyor ama yine aynı günahları işliyorum..


Efendim.. Sen'i çok özledim.. Sohbetini özledim, bana yol göstermeni özledim.. Efendim, gelsen, beni o günah çukurundan çıkarsan, kendi yoluna koysan, bir tek Sen'i dinlesem, Sen'i anlasam, Sen'inle olsam.. Efendim, ne olur, beni yeniden yanına alsan.. !


Doğum günün kutlu olsun Efendim..  Allah, Sen'in ışığından, bizlere de bir miktar ulaştırsın inşaallah..  Seni seviyorum Efendim; tüm bu günahkâr bedenime, ruhuma rağmen Seni çok seviyorum..




...



Ben de...




Bayatlamış Çay Filmi..



Ben ne anladım ki, size ne anlatayım..?


Basit senaryolu, klasik bir Türk filmi hikâyesi.. Aylar önce bir çay içtim; o çay bana zehir-zıkkım oldu, hayatım değişti.. Yeni bir düzen kurup, yeniden hâyâller kuramaz oldum.. Yatağıma uzanmış, bir a/salak gibi kitabın, aynı sayfasındaki aynı kelimeyi okuyup duruyorum..


Hep aylar önce içtiğim o çay yüzünden...








Şehr-i İstanbul'un Saç Bantlı Hâyâli Kadını..



Aynı anda, hem sevindiniz, hem utandınız, hem sinirlendiniz, hem duygusallaştınız, hem telaşlandınız, hem üzüldünüz mü..? Bu duyguların hepsine aynı anda sahip olamadıysanız ne kötü..! Ben, bugün, bu duyguların hepsini, sırayla değil de aynı anda yaşama mutluluğuna nail oldum..




...Eğer, yoğun iş temposunun arasında, saç bantlı, ruhu güzel bir kadın, çok uzaktan, hiç bilmediği bir yere gelmiş, size sürpriz yapmış, insanlara sora sora ve korka korka işyerinizi bulmuş, gözlerini gözlerinize dikmiş, çantasından tamı tamına otuzsekiz adet sarma, iki adet Ülker Çikolatalı Gofret, poşetin içinde bir miktar kuruyemiş çıkarmışsa, size sıcacık bir şekilde sarılmışsa, yaptığı sarmayı kendi elleriyle önünüze koymuşsa, karşısına geçip güzel güzel gülümsemiş ve çayını yudumlamışsa; siz de tam da o anda benim gibi aynı anda onlarca hisse sahip olursunuz..


Daha önce hiç böyle bir sürpriz yaşamadığınız için sevinir ve duygusallaşırsınız.. Ne yapacağınızı bilemediğiniz için utanırsınız.. Haber vermedi ve hazırlıksız yakaladı diye sinirlenirsiniz.. Böyle durumlara alışık olmayan iş arkadaşlarınıza ne gibi bir pembe yalan uyduracağınızı düşünüp, onların sizinle ne şekilde alay edeceğinin düşüncesiyle telaşlanırsınız.. Sürprizi yapan kişiyle, ortamın müsait olmaması sebebiyle yeterince ilgilenemediğinizi hissedip, üstüne üstlük bir de erkenden kalkmasına ses çıkaramayıp, "Dur.." diyemediğiniz ve saatler süren yoldan gelen insanla 10 dakika kadar sohbet ettikten sonra onu yine saatler sürecek bir yere yolcu ettiğiniz için üzülürsünüz..  




...Ama her halükârda mutluluk, sevinç ve duygusallık ağır basar onlarca hissin arasında..









Onlarca hissi aynı anda yaşatan, hâyâli yazılarımın kadını..
Saç bantlı, ruhu güzel hatun..
Pembe yalanımın kaynağı "Üniversite arkadaşım"..
Yanağımda rujunun, kalbimde sıcaklığının izini bırakan gül yüzlü hatun..
Hâyâllerim ve Şehr-i İstanbul, senin gibi birinin susuzluğunu çekiyordu.. Saç bandınla bağla ellerimi.. Al götür beni hâyâller ülkesine..


Bin yaşa sen..
Bin yaşa e mi..?












Anne, Beni Sevsene..


Bugün, tüm hislerin, üzerimde egemenlik kurmak için savaştıkları bir gündü.. Bazen sinir hissi üzerimde egemenlik kurdu, bazen hüzün.. Bazen sevinç gelip yerleşti üzerime, bazen gözyaşı.. 

Kavgayla başladım güne.. Sonra durgunluk, sonra neşe, sonra sakinlik, sonra gözyaşı.. Kâh gülümsedim, kâh kendimi unutacak kadar düşüncelerin içine girdim.. Özlediğim de oldu, nefret ettiğim de.. Yalan yok; gözyaşım bile aktı uzun zaman sonra.. 



Sahi, ilk ne zamandı ve biz niye hep başkalarına özendik..? Niye bir türlü kendimiz olamadık da hep başkaları gibi olmak için çaba gösterdik..? Niye kendi varlığımızı her defasında es geçip, mutluluğu bir başkasında aradık..?

Başka insanlara o kadar çok özeniyoruz ki, gün geliyor, kendimizden sıyrılıp, bir başkası oluveriyoruz.. Başkasının hayatını o kadar taklit ediyoruz ki; zamanla kendimizi unutuveriyoruz.. Sonra biri çıkıyor yıllar öncesinden.. Bize, kendimizi anlatıyor.. Önce merakla dinliyoruz kendimizin mazideki hâlini.. İnanmıyoruz anlatılan gibi biri olduğumuza.. Sonra yeniden özenti yanımız devreye giriyor; yıllar sonra, kendimize özeniyoruz, yeniden kendimiz olabilmek için.. Ne yazık ki; kendimize dönüşümüz bile, kendimizi bulma çabasından değil de özenti yanımızdan kaynaklanıyor..

Biz niye bu kadar özenti, biz niye bu kadar nankör, biz niye bu kadar sahtekârız..? Neden bir türlü kendimiz olamıyoruz..? Neden ağlıyorken, gülüyormuş gibi davranıyoruz..? Melih Cevdet Anday gibi bir şair, neden, "Gülen çehremi görüp, sanmayın beni bahtiyardır. Her kahkahanın içinde bir damla gözyaşı vardır." diye şiir yazmıştır..? Güleceksek gülelim, ağlayacaksak ağlayalım; kahkahaların içine gözyaşlarını saklamak niye..?

Velhasıl-ı kelam, canlar, biz niye kendimiz olamıyoruz, niye özeniyoruz, niye başkası gibi olmak için didiniyoruz..? Daha ötesi, niye, özlüyorsak özlediğimizi söyleyemiyoruz, niye bekliyorsak beklediğimizi söyleyemiyoruz, niye ağlıyorsak ağladığımızı söyleyemiyoruz..? 

Tuhaf duygular içindeyim işte.. Bir saniyem, öteki saniyeme uymamakta.. Ne yapmak gerek bilmiyorum.. Bu hâlden nasıl kurtulmalı, onu da bilmiyorum..

Tüm özenticiliğime, sahtekârlığıma, nankörlüğüme ve hürc'ümerc olmuş özgüvenime rağmen sokakta oynayan çocukların yanına gitsem, hiçbir şey sormadan, almazlar mı beni aralarına..? 

veya

Annemin yanına gitsem, başımı dizlerine koysam, "Anne, beni sevsene.." desem, sevmez mi beni..? 


Anne, beni sevsene.. Kendi gibi olmak için kendine özenen, bu sahtekâr, bu özenti, bu nankör oğlunu sevsene.. Hiç bir şeye bakmadan, hiç bir şey sormadan, sevilmek için kendinden uzaklaşmış ve sevilmek için yeniden kendini bulmak isteyen oğlunu sevsene.. 

Karşılık beklemeksiniz, kötü biri olmama rağmen saf sevginin varlığını bana kanıtlamak ve açlığımı bastırmak için ;
anne, ne olur, beni sevsene..



Satılık Hâyâller..


Hâyâller satılabileydi ve satılan her hâyâlin yerine bir yenisi gelmeseydi keşke.. Tüm hâyâllerimi teker teker satar, kurtulurdum..


Daldan Çiçeğe.. Çiçekten Dala.. Daldan Dala..

Daldan çiçeğe, çiçekten dala.. Yani daldan dala..

+ Hani bazen bazı şeylere takar ya insan.. Ben de son birkaç gündür "yoğuşmalı" kelimesine taktım.. Geçen hafta kombi bozulunca, tamir edilemezse diye, yeni kombi arayışına girdim.. "Yoğuşmalı kombi" kelimesini bu arayışlar sonucu gördüm ve taktım bir kere.. Beynimde sürekli "yoğuşmalı" kelimesi dolanıyor.. Nasıl bir kelime; çözemedim bir türlü.. Takıntı yaptım işte..

+ Dudağımdaki uçuk artık yara boyutunu aldı.. Bir haftaya kalmaz geçer inşallah.. Sonra üç güne kalmaz yeniden çıkar.. Hayatım boyunca kendi kendime yük olmam yetmiyormuş gibi bir de sürekli uçukları yük ediniyorum.. Sonra da "Kırk yaşına girdim, beni bu yaşa kadar niye kimse öpmedi yahu..?" diye yakınıyorum.. Uçuk sebebiyle, yüzümü, dudaklarımı kimse göremiyorum ki beni öpsünler..

+ Günlerdir beni bir kez olsun yalnız bırakmayan uçuğum, bana Kadıköy'den miras kaldı.. Güzel gözlü hatun kızla, beklentileri karşılayamayan o künefeli Kadıköy akşamında, sahilde bir tur atmıştık.. Dudaklarım soğuktan mı, heyecandan mı bilmiyorum, çatlak patlak olmuştu.. Ertesi gün yanmaya ve sızlamaya başladı, ondan bir sonraki gün de uçuk kendini belli etti.. Güzel gözlü hatun kız beni bıraktı ama kendisinin dudağımda bıraktığı uçuk hâlâ benimle..

+ Çiçek Kız, sevgili eşi BiriciK, ay yüzlü Kamerce ve işe yaramaz olarak ben, ameliyatçıbaşı Duygu'yu ziyaret etmek için karar almıştık.. Hamiyet'e de söylemiştik ama kendisi hasta olduğunu belirttiğinden ve Duygu'ya zararlı olacağını söylediğinden, aramıza katılmaktan vazgeçti.. Biz, dördümüz, Duygu'ya gidecekken, Çiçek Kız'ın sevgili eşi BiriciK, soğuk algınlığına tutuldu.. Allah'ın şifası tüm hastaların üzerine olsun, Çiçek Kız ve BiriciK de Duygu için tehlike olur diye ince bir düşünce içine girip bizimle ziyarete gelemeyeceklerini beyan edince, hüzün gözlü, ay yüzlü Kamerce ile düştük yollara.. Öncesinde Avukat Hanım'ın ofisine uğradım.. Beraber kahvaltı yaptık.. Kendisi o kadar harika bir salata yapmıştı ki; onu ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim.. Sonrasında Şehr-i İstanbul'da yaşadığını iddia eden Duygular'ın evine gitmek için yola çıktık.. Anladık ki Duygu, Şehr-i İstanbul'da yaşamıyormuş.. Yola çıkmadan önce yüzümde sakal yokken, onların evine vardığımızda iki aylık sakal yumağı oluştu yüzümde.. Oralarda bir çiçekçi araştırdıktan sonra Duygular'a vardık.. Ailesiyle tanıştık.. Duygu kızımızın, şükürler olsun ki, gayet iyi olduğunu gördükten sonra, içten içe "Gayet iyiymiş yahu..Biz neye geldik ki boşu boşuna..?" diye düşünmeye başladık.. Tam o anda börek ve çay gelince, "iyi ki geldik.." demeye başladık.. Sonra yedik, içtik, oranın tadı kaçınca, evimize dönmek için yola koyulduk..

+ Misafirlikte çok beyefendi oluyormuşum, bunu farkettim.. Bağıra bağıra konuşan ve herkese ve herşeye muhalefet eden ben, sessizce konuşmaya ve "haklısınız, doğrusunuz" diye hak veren cümleler kurmaya başladım.. İçimden de kendi kendime "maaşallah evladıma pek bir beyefendi" diye övgüler düzüyordum.. Yine de insan ilk tanıştığı insanların yanında hiç ama hiç rahat edemiyor yahu.. Sağolsunlar, rahat hissettirdiler ama benim karakterim, normal bir karakter değil ki; illa ki eve girince yırtık pırtık pijamaları giyinecek ve uzanacağım.. Ancak öyle rahat hissediyorum kendimi..

+ Dün, niyetim, ablamlarda kalan annem ve babamın yanına gitmek, patates kızartması yemek, gece orada kalmak ve sabah kahvaltısını beraber yapmaktı.. Ablamlara gittim, patates kızartmasını yedim ancak annem ve babam "Haydi evimize gidelim" deyince, ben de ana-baba sözü dinleyen hayırlı bir evlat olunca, gece eve geldik..

+ Fi tarihine kadar kıl yumağı olmam sebebiyle  bazıları beni ayıya, gorile benzetirlerdi.. Doğrusu haksız da sayılmazlardı çünkü sahiden benziyordum.. Çirkinliğim ve kıl yumağı olmam sebebiyle biraz da üzülüyordum ama fi tarihinde bazılarının kocccaaamannnn kız olmalarına rağmen ayısıyla uyuduklarını öğrenince, ayıya veya gorile benzemenin aslında o kadar kötü bir şey olmadığını anlamış oldum..

+ Birkaç gündür önüme gelen herkese, "Bana uzaktan bak, yakışıklılıkta 10 üzerinden kaç puan verirsin..? Ama sakın yakından bakma, epeyce uzaktan bak ki, çirkinliğimi çok farketme.." mealinde sorular sordum.. Kimisi not vermeye gerek duymadı.. Kimisi lafı eveleyip gevelemeden, direkt "2" dedi.. Baktım ki durum benim moralimi iyice bozuyor, yeni sorduğum insanlara "iyice uzaktan bak; beş kilometre uzaktan falan" demeye başladım.. Beş kilometre uzaktan bakınca, biri nihayet "6" puan verdi.. Dünya durdukça başımdan eksik olmayasıca anacığım, "Kuzguna yavrusu şahin görünür" atasözünü doğru çıkarırcasına "9 puan" verdi.. Öz be öz anacığım bile "10 puan" veremedi ama verdiği puan da iyi.. Demem o ki; çirkin olabilirim ama ey vicdansızlar, zeki, çevik, aynı zamanda az buçuk ahlâklı olmamdan yola çıkarak, kanaat notu kullanıp puanları biraz yüksek tutsaydınız da benim de kendime özgüvenim gelseydi ve güzel bir pazar günü evde oturmaktansa kendimi sokaklara salsaydım olmaz mıydı..? İçiniz kötü anacım sizin, içiniz.. Güzel bakmıyorsunuz ki güzel göresiniz.. Ama suç sizde değil, size soranda..

+ Yanında biri varken ve o biri seninle sohbet etmek için yırtınırken, kulaklık takıp, kafayı başka yerlere çevirmemeli.. Hadi diyelim onları yaptın; hiç değilse bakışları kaçırmamalı.. Hadi diyelim bakışları da kaçırdın, gönül almak için bir miktar olsun gülümsemeli.. Adamın eline zorla 43 numaralı terliğini aldıracaksınız ha..

+ Herkese kur yapıyorum diye bana kızıyor.. Oysa bir türlü fark edemiyor; ben, herkese kur yapıyor ama yalnızca bazı özel insanlar için yazı yazıyorum..

+ Çok güzel olmuştun.. Baka baka bir hâl oldum.. İçim gitti.. Kalbim titredi.. Sigaradan tiksinmeme rağmen "Sigaramın dumanına sarsam, saklasam seni" diye türküler söylemeye başladım.. Söylediğim türküyü duydun mu..?

+ Üşüdüm, bir panço olsa da üzerime alıversem..


Zıbartan Yalnızlığın Dudaktaki Uçuk İzleri..




Eve geldim; evde yine kimse yok.. Haliyle cümleleri de, günü de uzatmaya gerek yok..

Zıbarmak en iyisi..

.......................................
Biliyor musun; dudağıma yine uçuk çıktı.. Saçlarım yine uzadı, yüzümü yine kıllar bastı..
Biliyor musun; evde tek kalınca, karanlıkta tek uyumaktan yine korkar oldum..
Biliyor musun; ben, aslında, seni özlediğim günlerde, çok korkak biri oluyorum..
Ve biliyor musun; ben, seni, hep özlüyorum ve hep korkuyorum..
?


Yine Yılbaşı.. Yine Kırmızı Don Vakası..


Şşşş.. "Şans getirir" diyerek, yılbaşında kırmızı don giyinen hanım teyze..! Bir baksana bana..

Ne oldu..? Giyindiğin kırmızı don, şans getirdi mi yılın ilk gününde..?


Farkettin mi, bilmem, Taksim'de yine onlarca kadın tacize uğradı.. Nişantaşı'nda kavga çıktı.. Alkollü sürücüler yüzünden, yollar, kan-revan oldu.. Bir anne ve iki çocuğu, yanarak öldü.. Sarhoşlar, kaldırımlarda sabahladı.. Van'daki depremzedeler, soğukta ve kar yağışının altında, bir çadırda uyudu.. Afrika'da onlarca çocuk, sen hindi yerken, açlıktan öldü.. Suriye'de kardeşler, birbirini öldürdü.. Çin'de Uygur Türk'ü vuruldu.. Batıda sarhoşlar, sabaha kadar ahlâksızlığın en âlâsını yaptı..

Hanım teyze, senin giyindiğin kırmızı don, ülkemiz ve dünya geneli için pek bir hayra sebep olmadı.. Peki sana bir faydası oldu mu..? Veya sahiden, âtide sana faydası olacağına inanıyor musun..?

.............................................
Geçen sene, yılbaşı günü, bir firma, reklam amacıyla, Taksim'in meydana çıkan tarafında, bir apartmanın ikinci katından aşağıya yüzlerce kırmızı don attı.. Yedi yaşındaki veletten tutun da seksen yaşındaki hanım teyzeye kadar herkes bu kırmızı donları kapmak için amansız bir mücadeleye giriştiler.. Ben, bu haberi, televizyondan seyrederken, iyi niyetli olarak, "Ee bedava mal, normaldir.." diye düşünüyordum.. Haberin devamında, kırmızı donlardan birini kapan hanım teyzeye, muhabir, "Teyzeciğim, kırmızı çamaşırı kaptınız, ne düşünüyorsunuz..? " mealinde bir soru sordu.. Hanım teyzem gülümseyerek, biraz da utangaç bir halde, "Kızım, bunları yılbaşında giyinince şans getiriyormuş, evin bereketleniyormuş.." deyiverdi..

Güler misin, ağlar mısın..? Artık şansı-bereketi, kıçımıza taktığımız donlarda arar olduk..


Yıllar yıllar evvel, delinin biri, kuyunun birine, "Yeni yıla nasıl girersen, tüm sene öyle geçer.. " diye bir taş atmış.. Biz de "akıllılar" olarak yıllardır o kuyuya atılan taşa iman eder olduk.. Yeni yıla girerken, deli dana gibi bağırıyor, şarkılar-türküler söylüyor, şampanyalar patlatıyor, lay lay lom yapıyoruz.. Yeni yıla eğlenerek girenler de var, sevişerek girenler de.. Tüm sene ders çalışayım diye, yılbaşına girmeye birkaç dakika kala, eline matematik kitabı alıp, soru çözerek giren öğrenciler bilirim ben.. Bundan sonra iyi bir Müslüman olayım, diyerek, ibadetle girenler de var.. Çok parası olsun diye, yeni yıla girerken para sayarak girenler de...

Önce eğlence olsun diye yapıyoruz, söylediğimiz yalana, zamanla kendimiz bile inanmaya başlamamız gibi sonra bu saçmalıklara gerçekten inanmaya başlıyoruz.. İşin vahim tarafı, kendi halimizi görmüyor da, danaya tapan, kendi elleriyle put yapan ve kendi elleriyle yaptığı puta tapan adamlarla alay ediyoruz.. Oysa biz, onlardan, sadece bir basamak aşağıdaki merdivendeyiz.. Bir adım daha atarsak, belki danaya değil ama yakında kırmızı dona tapmaya başlayacağız..

"Kader" kelimesinin yerini almak için çabalayan, esasında hiç olmayan "şans" kelimesi, bizi o kadar esir almış ki; Anadolu'da, birçok evin girişinde nal çakılır.. Batıda kırmızı don'un şans getireceğine inanan insan oğlu, doğuda at nalının şans getireceğine inanır..

A kurban olduğumun insanı.. ! Allah'ın kaderine iman etmek varken, uydurulmuş "şans"ı kırmızı donda, at nalında aramak da neyin nesi..? At nalı şans getirseydi, dünyayı bizim gibi öküzler değil de, atlar yönetmez miydi..?