Heyyy gidi hey.. Bir zamanlar Şeh-i İstanbul sokaklarında, anlamsızca gezerdim.. Şu hale bak ki, şimdi bir evin eşyası gibiyim ve ayrılamıyorum evden.. Kendimi, bir kanepe olarak görüyorum, bazen bir yastık, bazen battaniye.. Bazen kendimi sevdiğim ender zamanlarda, vitrinde olan ve kimsenin dokunmadığı vitrin süsü oluyorum.. Kendime kızdığım zaman ise tuvaletteki herhangi bir şey oluveriyorum..
Yahu biz niye bir türlü mutlu olamadık..? Nedir bu tatminsizliğimizin sebebi..? Neden kalabalığın içinde olsak dahi kendimizi hep yalnız hissediyoruz..? Neyin eksikliği veya neyin fazlalığıdır bu durum..? Üzerimizde hep bir hüzün bulutu var.. Kendimizi o bulutla öyle bir sarıp sarmalamışız ki; o hüzün bulutu, ayrılmaz bir parçamız, bizim tenimiz oluvermiş..
Hava tuhaf.. Lodos şiddetli esiyor.. Rüzgârın Şehr-i İstanbul'u esir aldığını söylüyor haber bültenleri.. Dalgaların kabardığı, şiddetle karaya çarptığı görüntüleri gösteriyorlar.. Ruhum, o rüzgârlı havada, sahil kenarında yürüyüşe çıkmak istiyor.. Birine, birilerine, "Haydi gel benimle! " demek istiyorum, çağıracağım hiç bir insanın yanında huzuru bulamayacağımı bildiğim için susuyorum.. Huzur bulacağımı düşündüğüm insanlar ise, artık selam dahi vermiyorlar bana..
Ben, neden evdeyim yahu..? Neden kanepeyim, neden yastığım, neden vitrin süsü, tuvalet kâğıdıyım yahu..? Neden bir sahil kenarında, rüzgârın güzelliğini yaşayamıyorum..? Ne zamandı; ilk kırılma anı, hüzün bulutunu kendimize sarıp sarmalamamız ilk ne zamandı..? Beni rüzgârdan mahrum bırakan o ilk darbe kim tarafından ve ne zamandı..?
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 Yorum:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.